USULSÜZ TEBLİGAT, AVUKATIN YANINDA ÇALIŞAN KİŞİYE TEBLİĞ, VEKİLLİKTEN İSTİFA
Gönderilme zamanı: 25 Kas 2021, 20:21
YARGITAY Hukuk Genel Kurulu
ESAS: 2013/634
KARAR: 2014/143
Taraflar arasındaki “işçilik alacakları” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; İzmir 6.İş Mahkemesi’nce davanın reddine dair verilen 30.07.2009 gün ve 2008/658 E.-2009/335 K. sayılı kararın incelenmesi davacı vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 9.Hukuk Dairesi’nin 20.02.2012 gün ve 2009/39155 E.-2012/4897 K. sayılı ilamı ile;
(...A) Davacı İsteminin Özeti:
Davacı, iş sözleşmesinin davalı işyerinde çalışan diğer çalışanların şikayetleri nedeni ile davalı işveren tarafından feshedildiğini, İzmir 9.İş Mahkemesinin 2006/573 E. 2007/82 K. sayılı dosyası ile açılan işe iade davasının işveren feshinin geçerli nedene dayandığı gerekçesiyle reddedildiğini ve ilgili kararı temyiz ettiklerini, kararın Yargıtay 9.H.D.’nin 2007/14835 E. 2007/36284 K. sayılı kararı ile onanmasına karar verildiği, maddi hatanın düzeltilmesi talebininde reddine karar verildiğini ileri sürerek, kıdem ve ihbar tazminatının tahsilini talep etmiştir.
B)Davalı Cevabının Özeti:
Davalı, davacının formen olarak çalıştığını, diğer çalışanlardan maddi menfaatler elde ettiğini, karşılığında izin kullandırdığını, bayan işçiler hakkında cinsel imalarda bulunduğunu, iş akdinin haklı nedenle feshedildiğini savunarak, davanın reddini istemiştir.
C)Yerel Mahkeme Kararının Özeti:
Mahkemece, toplanan kanıtlar ve bilirkişi raporuna dayanılarak, davalının iş sözleşmesini fesihte haklı olduğu gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiştir.
D)Temyiz:
Kararı davacı temyiz etmiştir.
E)Gerekçe:
İşe iade davasında davacının iş sözleşmesinin haklı değil, geçerli nedenle feshedildiği kabul edilerek sonuca gidilmiş ve bu hüküm Yargıtay denetiminden geçerek kesinleşmiştir.
Bu saptama kıdem ve ihbar tazminatına yönelik eldeki davada bağlayıcı nitelik taşımakta olup, iş sözleşmesinin haklı nedenle feshedildiği sonucuna varılarak davanın reddi bozmayı gerektirmiştir...)
gerekçesi ile bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kâğıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
Dava, ihbar ve kıdem tazminatı istemlerine ilişkindir.
Davacı vekili dava dilekçesinde özetle; davacının iş akdinin işveren tarafından noter ihtarı ile toplu iş sözleşmesinin disiplin hükümleri bölümünün 14 ve 20. bendi uyarınca 4857 sayılı Kanun’un 25/II-e maddesine göre feshedildiğini, davacının açtığı işe iade davasının ise davacıya isnat edilen davranışların geçerli fesih nedeni olduğu kabul edilerek reddine karar verildiğini, bu durumda iş akdi 18. madde kapsamında sonlandırıldığından ihbar ve kıdem tazminatı ödenmesi gerektiğini, iş arkadaşları ve işverene karşı olumsuz davranışlarda bulunmadığını beyanla, ihbar ve kıdem tazminatına hükmedilmesini talep etmiştir.
Davalı P... Entegre Et ve Un Sanayi AŞ vekili cevap dilekçesinde; davacının iş sözleşmesinin iş arkadaşlarından menfaat temin etmesi ve işyerindeki bayan işçiler hakkında cinsel imalarda bulunması nedeniyle İş Kanunu’nun 25/II.maddesine göre feshedildiğini, işe iade davasında verilen kararda mahkemenin, davacının işyerinde sergilediği davranışları iş akdinin feshi için yeterli kanaat sebebi olarak gördüğünü, ihbar ve kıdem tazminatlarının ancak 17 ve 18.maddelere göre yapılan fesihlere bağlı olarak istenebilecek tazminatlar olduğunu, işe iade kararında feshin 17 ve 18.maddelere dayalı olarak yapıldığına hükmedilmediğini belirtilerek, davanın reddini savunmuştur.
Mahkemece, “davacının, emri altında olan işçilerden maddi menfaat temin ettiği, bayan personel hakkında, rencide edici, uygunsuz ve iffetlerini zedeleyici içerikte konuşmalar yaptığı, davranışlarının işyeri barışının ve huzurunun bozulmasına sebep olduğu, bu eylem 4857 sayılı Kanun’un II/ b), c), d) ve e) bendi kapsamında kalmakla birlikte, davalı işveren fesih sebebi ile bağlı bulunduğundan, işveren tarafından iş akdinin feshinin 4857 sayılı Kanun’un II/e) bendi kapsamında haklı fesih sebebine dayanıldığı” gerekçesiyle, davanın reddine dair verilen karar davacı vekili tarafından temyizi üzerine, Özel Daire’ce yukarıda başlık bölümünde yazılı gerekçeyle bozulmuş, mahkemece “işe iade talebinin reddine dair ilamda, fesih sebebinin haklı sebep oluşturmadığı yönünde bir tespitte bulunulmadı, feshin geçerli sebebe dayandığı saptaması gerekçelendirilirken dayanak sebeplerin her birinin, 4857 sayılı Kanun’un II. maddesi kapsamında haklı fesih sebebi oluşturduğu” gerekçesiyle davanın reddine ilişkin önceki kararda direnilmiştir.
Direnme kararı davacı vekili tarafından temyiz edilmektedir.
I-Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nda yapılan görüşme sırasında işin esasına geçilmeden önce, ilk olarak, davalı işveren vekilinin, vekillikten istifa edip etmediği hususunun araştırılması için dosyanın geri çevrilmesine gerek olup olmadığı ön sorun olarak incelenmiştir.
Somut uyuşmazlıkta Özel Daire bozma kararı sonrası duruşma gününü içeren tensip tutanağının davalı P... AŞ vekili Av...'a tebliğini içeren tebligat parçası; 16.04.2012 tarihinde “Muhatap Av. ile birlikte çalışan B...'nun yazılı imzalı beyanı ile...vekillikten istifa nedeniyle iade” şerhi ile bila tebliğ iade edilmiş, direnme kararı ise davalı P... AŞ vekili Av...'a “Muhatabın o an dışarıda olması sebebiyle aynı adreste kendisiyle birlikte sürekli çalışan ve imzaya ehil olan B... imzasına tebliğ edilmiştir” meşruatı ile 12.12.2012 tarihinde tebliğ edilmiş olup, dosya içerisinde davalı P.. AŞ vekili Av... tarafından ibraz edilmiş bir istifa dilekçesi bulunmamaktadır.
Bilindiği üzere, vekâlet sözleşmesinin, hizmetle ilgili diğer sözleşmelere oranla, çok daha sıkı bir şekilde karşılıklı güvene dayalı olduğu öğreti ve uygulamada ittifakla benimsenmektedir. Vekâlet ilişkisinin kurulmuş olması, karşılıklı güven unsurunun vekâlet sözleşmesinin kurulması aşamasında her iki taraf yönünden mevcut olmasıyla mümkündür ve bunun o aşamada varlığının göstergesidir. Ne var ki, vekâlet sözleşmesinin niteliği gereğince, bu unsur, sözleşmenin devamı süresince de varlığını korumalıdır. Eğer, başlangıçta mevcut olan karşılıklı güven, sözleşme süresi içerisinde gerçekleşen olgulardan dolayı bir taraf yönünden haklı olarak zedelenir veya ortadan kalkarsa, o taraf sözleşmeyi her zaman feshedebilir. Bu ilke, mülga 818 sayılı Borçlar Kanunu’nun 396/1.maddesinde, “Vekâletten azil ve ondan istifa her zaman caizdir” şeklinde ifade edilmiş, aynı ilke 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu’nun 512.maddesinde de belirtilmiştir.
Azil ve istifa beyanı yenilik doğuran tek yanlı bir işlemdir ve irade beyanının karşı tarafa ulaşması ile vekâlet ilişkisini “tasfiye edilmesi gerekli” bir ilişki durumuna sokar (Hatemi/Serozan/Arpacı Borçlar Hukuku Özel Bölüm. İstanbul 1992 s.435).
Herhangi bir şekle tabi olmayan istifa beyanı; vekalet ilişkisini ileriye doğru sona erdiren, bozucu yenilik doğuran tek taraflı bir hukuki muameledir ve doğurduğu bozucu yenilik doğuran etki nedeniyle, istifaya ilişkin irade beyanının bizzat vekilden gelmesinde zorunluluk bulunmaktadır.
Öte yandan, mülga 818 sayılı Borçlar Kanunu’nun 37. ve 396.maddelerinde açıkça vurgulandığı üzere temsil yetkisinin son bulması, vekilin yetkisiz temsilci haline gelmesi ve yaptığı işlemlerin bu nedenle geçersiz sayılması için, azil keyfiyetinin temsilciye ulaştırılması gerekir.
Buna göre, davada bir tarafın vekilinin istifa ettiğinin mahkemeye ve karşı tarafa bildirilmesi zorunludur. Aksi halde karşı taraf (ve mahkeme) hakkında hüküm ifade etmez. Buradan gidilerek temsilciye ya da üçüncü kişilere temsil yetkisinin geri alındığı, yöntemine uygun biçimde ulaştırılmadıkça bu yetkinin devam ettiği kabul edilir.
Somut uyuşmazlıkta davalı vekilinin istifasına dair dosya kapsamında her hangi bir belge yer almadığı gibi, tebligat üzerine dercedilen ve vekilin istifa ettiğine ilişkin beyanın ise vekile değil, çalışanına ait olduğu anlaşılmaktadır.
Yukarıda açıklandığı üzere, davalı vekilinin istifa ettiğine dair; vekilden sadır olan bir irade beyanı mahkemeye ulaşmadığından, vekilin davalıyı temsil yetkisinin devam etmekte olduğunun kabulü gereklidir.
Bu halde, davalı vekilinin istifaya ilişkin beyanının bulunmaması ve hâkimin taraf vekilinin istifasını re’sen araştırma yükümlülüğünden sözetmenin de mümkün olmaması hususları dikkate alınarak, dosyanın taraf vekilinin istifa beyanının araştırılması için geri çevrilmesine gerek bulunmadığına 19.02.2014 gününde yapılan ilk görüşmede oybirliği ile karar verilmiştir.
II-Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nda yapılan görüşmeler sırasında işin esasına geçilmeden önce, ikinci olarak; bozma ilamından sonra davalı işveren şirkete yapılan tebligatın usulüne uygun olup olmadığı, dolayısıyla taraf teşkilinin yöntemine uygun şekilde sağlanıp sağlanmadığı ve taraf teşkili sağlanmadan direnme kararı verilmesinin mümkün olup olmadığı hususu ön sorun olarak incelenmiştir.
Uyuşmazlığın çözümünde öncelikle “tebligat”, “taraf teşkili”, “adil yargılanma” ve “hukuki dinlenilme hakkı” kavramları üzerinde durulmasında yarar bulunmaktadır:
Bilindiği üzere, çekişmeli yargıda kural olarak, duruşma yapılması zorunludur. Buna göre, hakim iddia ve savunma haklarını kullanabilmeleri için tarafları duruşmaya çağırmak zorundadır. Kanunun gösterdiği istisnalar dışında hakim tarafları dinlemeden veya iddia ve savunmalarını bildirmeleri için kanuna uygun biçimde davet etmeden hükmünü veremez.
Taraflar duruşmaya çağrılmadan, eş anlatımla; taraf teşkili sağlanmadan hüküm verilememesi, Anayasanın 36.maddesi ile düzenlenen iddia ve savunma hakkının kullanılmasına olanak tanınması ilkesinin doğal bir sonucudur.
Gerçekten savunma hakkını güvence altına alan T.C.Anayasası’nın 36.maddesi ile 1086 sayılı HUMK’nun 73.maddesinde de (6100 sayılı HMK’nun 27.maddesi) açıkça belirtildiği üzere, mahkemece davalı yan; dinlenmek ve savunması alınmak üzere kanuni şekillere uygun olarak davet edilmedikçe hüküm verilmesi mümkün bulunmamaktadır, aksi halde savunma hakkının kısıtlanmış sayılacağı, gerek öğreti, gerekse yargısal kararlarda tartışmasız olarak kabul edilmektedir (Baki Kuru, Hukuk Muhakemeleri Usulü, 6. Baskı, Cilt II, s.1876 vd).
01.10.2011 tarihinde yürürlüğe giren 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun “Hukuki Dinlenilme Hakkı” başlıklı 27.maddesi (Mülga 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 73.maddesi) uyarınca davanın tarafları, kendi hakları ile bağlantılı olarak hukuki dinlenilme hakkına sahip olup, bu hak, yargılama ile ilgili bilgi sahibi olunmasını da içerir.
Buna göre mahkeme, iki tarafa eşit şekilde hukukî dinlenilme hakkı tanıyarak hükmünü vermelidir. Taraflara hukukî dinlenilme hakkı verilmesi anayasal bir haktır. Anayasamızın 36.maddesine göre teminat altına alınan iddia ve savunma hakkı ile adil yargılanma hakkı, hukukî dinlenilme hakkını da içermektedir. Yine İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi'nde de hukukî dinlenilme hakkı, adil yargılanma hakkı içinde teminat altına alınmıştır. Bu hakka, tarafın hâkime meramını anlatma hakkı ya da iddia ve savunma hakkı da denilmektedir. Ancak, hukukî dinlenilme hakkı, bu ifadeleri de kapsayan daha geniş bir anlama sahiptir. 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu'nun 27.maddesi hükmüne göre:
"(I) Davanın tarafları, müdahiller ve yargılamanın diğer ilgilileri, kendi hakları ile bağlantılı olarak hukuki dinlenilme hakkına sahiptirler.
(2) Bu hak;
a) Yargılama ile ilgili olarak bilgi sahibi olunmasını,
b) Açıklama ve ispat hakkını,
c) Mahkemenin, açıklamaları dikkate alarak değerlendirmesini ve kararların somut ve açık olarak gerekçelendirilmesini,
içerir".
Hukukî dinlenilme hakkı olarak maddede ifade edilen ve uluslararası metinlerde de yer bulan bu hak, çoğunlukla "iddia ve savunma hakkı" olarak bilinmektedir. Ancak, hukukî dinlenilme hakkı, iddia ve savunma hakkı kavramına göre daha geniş ve üst bir kavramdır.
Bu hak, yargılamanın tarafları dışında, müdahiller ve yargılama konusu ile ilgili olanları da kapsamına almaktadır. Ancak, her yargılama süjesi kendi hakkıyla bağlantılı ve orantılı olarak bu hakka sahiptir. Hakkın temel unsurları maddede tek tek belirtilmiş, böylece uygulamada bu temel yargısal hak konusundaki tereddütlerin önüne geçilmesi amaçlanmıştır.
Bu çerçevede, öncelikle tarafların gerek yargı organlarınca gerekse karşı tarafça yapılan işlemler konusunda bilgilendirilmeleri zorunludur. Kişinin kendisinden habersiz yargılama yapılarak karar verilmesi, kural olarak mümkün değildir.
Bu hakkın ikinci unsuru, açıklama ve ispat hakkıdır. Taraflar, yargılamayla ilgili açıklamada bulunma, bu çerçevede iddia ve savunmalarını ileri sürme ve ispat etme hakkına sahiptirler. Her iki taraf da bu haktan eşit şekilde yararlanırlar. Bu durum "silahların eşitliği ilkesi" olarak da ifade edilmektedir.
Bu hakkın üçüncü unsuru, tarafların iddia ve savunmalarını yargı organlarının tam olarak dikkate alıp değerlendirmesidir. Bu değerlendirmenin de, kararların gerekçesinde yapılması gerekir (bkz. 6100 sayılı HMK.nun Hükümet Gerekçesi madde 32).
Hukukî dinlenilme hakkı, sadece belli bir yargılama için ya da yargılamanın belli bir aşaması için geçerli olan bir ilke değildir. Tüm yargılamalar için ve yargılamanın her aşamasında uyulması gereken bir ilkedir. Bu çerçevede gerek çekişmeli ve çekişmesiz yargı işlerinde gerekse bu yargılamalarla bağlantılı geçici hukukî korumalarda, icra takiplerinde, tahkim yargılamasında, hatta hukukî uyuşmazlıklarla ilgili yargılama dışında ortaya çıkan çözüm yollarında, her bir yargılama, çözüm yolu ve uyuşmazlığın niteliğiyle bağlantılı şekilde hukukî dinlenilme hakkına uygun davranılmalıdır.
Hukukî dinlenilme hakkına aykırılık -bir istinaf gerekçesi ve- temyizde de bozma sebebidir. Hakkın ihlâlinin niteliğine göre, yargılamanın yenilenmesi sebebi olarak kabul edilebilir. Ayrıca adil yargılanma ihlâli çerçevesinde de Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne başvurulabilir.
Kanunda da açıkça belirtildiği gibi, hukukî dinlenilme hakkının temel üç unsuru bulunmaktadır (6100 sayılı HMK madde 27/2).
Bunlardan ilki “Bilgilenme Hakkı” dır.
Buna göre, hak sahibinin kendisi ile ilgili yargılama ve yargılamanın içeriği hakkında tam bir şekilde bilgi sahibi olması sağlanmalıdır. Bilgilenme hakkı, gerek karşı taraf gerekse yargı organlarının işlemleri ve dosya kapsamına girip yargılamayı etkileyen her şeyi kapsar. Tarafın bilgi sahibi olmadığı işlemler, belge ve bilgiler yargılamada esas alınamaz. Bilgilenmenin şekli bakımından, hukukî dinlenilme hakkına uygun davranılmalı, ilgilinin bilgilenmesi şeklen değil, gerçekten sağlanmaya çalışılmalıdır. Özellikle tebligat ve davetiye kurallarının uygulanmasında özen gösterilmelidir. Usûlüne uygun tebligat yapılmadan, davetiye çıkarılmadan, tefhimi mümkünse tefhim gerçekleşmeden yapılan işlemler taraflar bakımından sonuç doğurmaz. Taraflardan gizli yargılama yapılamayacağı için, yargılamaya dâhil olan her işlem bakımından taraflar, dosyanın korunması ve yargılamanın sağlıklı yürütülmesi dışında bir sınırlamaya tabî olmadan tam olarak bilgilenme hakkını kullanabilirler. Bu sınırlamalar da bilgilenme hakkını ortadan kaldırıcı nitelikte olmayıp sadece kullanılmasını yargılamanın sağlıklı işlemesi için belirli kurallara bağlamak şeklinde olabilir. Tarafların bilgisine açık olmayan hiçbir husus hükme esas alınamaz.
Hakkaniyete uygun bir yargılanmanın gerçekleşmesini sağlayacak en önemli ilke ise silâhların eşitliği ilkesidir. AİHM’nin 6.maddesinin 1.bendinin ilk cümlesinde yer alan silâhların eşitliği ilkesi, yine, AİHM’ne göre, mahkeme önünde sahip olunan hak ve vecibeler bakımından taraflar arasında tam bir eşitliğin bulunması ve bu dengenin bütün yargılama boyunca korunmasıdır. Başka bir deyişle, silâhların eşitliği ilkesi, dâvanın taraflarından birini diğeri karşısında avantajsız bir duruma düşürmeyecek şekilde her iki tarafın deliller de dahil olmak üzere, iddia ve savunmasını ortaya koymak için makûl bir olanağa sahip olması, tarafların denge içinde olması demektir.
Söz konusu ilke tarafların usulüne uygun olarak mahkemenin önüne gelmelerini sağlayan tebligat işlemi açısından önemlidir. Çünkü ancak hukuka uygun bir usûlde gerçekleşen tebligat üzerine, durumdan haberdar olan taraflar iddia ve savunmalarını eşit şekilde yapabileceklerdir.
Savunma hakkının yeterince kullanılamadığı bir yargılamanın doğru sonuçlar vermesi beklenemez. Adil yargılamayı gerçekleştirmeye yönelik her hukuk kuralı savunma hakkının varlığına işaret edecektir. Hak arama özgürlüğü ve bunun somut unsurlarından biri olan savunmanın yapılabilmesinin ilk koşulu ise tebligattır. Bir yargılama sırasında taraflar, yargılama hakkındaki ilk bilgilere ve bunun sonucunda iddia ve savunma yapabilme haklarına ancak usulüne uygun tebligat ile kavuşabilecek ve bu şekilde savunma yapılabilecektir. Bunun tersi olarak geçerli ve usulüne uygun bir tebligat olmaksızın yargılama yapılması ise, savunma hakkının dolayısıyla, en temel insan haklarından birinin ihlâli anlamına gelecektir (Mehmet Ruşen Gültekin, Adil Yargılanma Hakkının Gerçekleşmesini Sağlayan Araçlardan Milletlerarası Tebligat ve İstinabe, (Doktora Tezi), Ankara 2006, s. 17 vd.).
Yargılamanın sağlıklı bir biçimde sürdürülebilmesi, iddia ve savunma ile ilgili delillerin eksiksiz toplanıp tartışılabilmesi, itirazların yapılabilmesi, davanın süratle sonuçlandırılabilmesi, öncelikle tarafların duruşma gününden haberdar edilmesi ile mümkün olur. Kişinin hangi yargı merciinde duruşması bulunduğunu, hakkındaki iddia ve isnatların nelerden ibaret olduğunu bilmesi, 7201 sayılı Tebligat Kanunu ve Yönetmelikte açıklanan usule uygun tebligat yapılması ile sağlanabilir (HGK’nun 04.03.2009 gün ve 2009/9-52 E. 2009/105 K.; 14.04.2010 gün ve 2010/21-200 E. 2010/216 K.; 20.04.2011 gün ve 2011/5-175 E. 2011/202 K. sayılı ilamları).
Yetkili makamlar tarafından bir takım hukukî işlemlerin, bunların hukukî sonuçlarından etkilenmeleri amaçlanan kimselere kanuna uygun şekilde bildirimi ve bu bildirimin de usulüne uygun şekilde yapıldığının belgelenmesi olarak tanımlanan tebligat, Anayasa ile güvence altına alınan iddia ve savunma hakkının, daha da özelde hukukî dinlenilme hakkının tam olarak kullanılması ve bu suretle adil bir yargılamanın yapılmasını sağlayan çok önemli bir araçtır.
Bir dâvada dâvalının, dâvacının açmış olduğu dâvadan haberdar olması, dâvaya cevap vermesi ve hatta cevap süresinin işlemeye başlaması için dâva dilekçesinin tebliğ edilmesi gerekir. Aksi durumun, ilgilinin hak arama hürriyetini kısıtlayacağına şüphe yoktur. Aslında hemen her hukuksal işlemin tebligat ile sonuç doğuracağını söylemek mümkündür.
Bir dâvada tarafların teşkil edilebilmesi, bu sayede dâvada karşılıklılık, çelişikliğin sağlanabilmesi ve iddia ve savunmalarda bulunulabilmesi için taraflarla, taraflar dışındaki tanık ve bilirkişi gibi üçüncü kişilere usulüne uygun tebligat yapılması gereklidir. Tebligat sayesinde, ilgililer duruşmaya davet olunur ve kendilerine, yargılama hakkındaki ilk bilgiler, tebliğ konusu dilekçeler verilir. Tebligat, yargılamanın makûl sürede yapılıp sonuçlandırılması, hak ve adaletin gecikmeden yerine getirilmesi açısından önemli bir usûli işlemdir (Mehmet Ruşen Gültekin, a.g.e., s. 16, 17).
Bu bakımdan, davetiyenin ve tebliğ tutanaklı zarfın, davadaki ve takipteki önemi büyüktür. Tebligat; bilgilendirme yanında belgelendirme özelliği de bulunan bir usul işlemi olduğundan tebligat ile ilgili olarak 7201 sayılı Tebligat Kanunu ve buna bağlı olarak çıkarılan yönetmelik hükümleri tamamen şeklidir. Kanun ve yönetmeliğin amacı tebligatın muhatabına en kısa zamanda ulaşması, konusu ile ilgili olan kişilerin bilgilendirilmesi ve bu hususların belgeye bağlanmasıdır. Gerek tebliğ işlemi ve gerekse tebliğ tarihi ancak yasa ve tüzükte emredilen şekillerle tevsik ve dolayısıyla ispat olunabilir.
Tebligat Kanunu ile Yönetmeliğinde öngörülen şekilde işlem yapılmış olmadıkça tebliğ memuru tarafından yapılan yazılı beyan onun mücerret sözünden ibaret kalır ve dolayısıyla belgelendirilmiş sayılmaz.
Şu hale göre; yazılı tebligat, bir davaya ilişkin işlemleri o davayla ilgili kişilere bildirmek için, mahkemelerce Kanuna uygun biçimde yapılan bir belgelendirme işlemidir. Dolayısıyla, kanun ve yönetmelik hükümlerinin en ufak ayrıntılarına kadar uygulanması zorunludur. Kanunun ve Yönetmeliğin belirlediği şekilde yapılmamış ve belgelendirilmemiş olan tebligatların geçerli olmayacağı Yargıtay içtihatlarında açıkça vurgulanmıştır.
Yukarıdaki açıklamaların ışığında kısaca belirtmek gerekirse, çekişmeli yargıda kural olarak, duruşma yapılması zorunludur. Buna göre, hakim iddia ve savunma haklarını kullanabilmeleri için tarafları duruşmaya çağırmak zorundadır. Kanunun gösterdiği istisnalar dışında hakim tarafları dinlemeden veya iddia ve savunmalarını bildirmeleri için kanuna uygun biçimde davet etmeden hükmünü veremez.
Buna göre, taraf teşkili dava şartı olup, davanın her aşamasında mahkemece re’sen nazara alınması gereken bir olgudur ve mahkemenin, duruşma gününü, kararını, bozma ilamını, bozma sonrası duruşma günü ve direnme kararını taraflara kendiliğinden tebliğ edip taraf teşkilini sağlaması, usulün amir hükmü gereğidir.
Yargılamanın sağlıklı bir biçimde sürdürülebilmesi, iddia ve savunma ile ilgili delillerin eksiksiz toplanıp tartışılabilmesi, itirazların yapılabilmesi, davanın süratle sonuçlandırılabilmesi; bozma sonrası yargılamanın devamı, uyup uymama yönündeki kararın verilebilmesi, öncelikle tarafların duruşma gününden usulünce haberdar edilmesi ve böylece taraf teşkilinin sağlanması ile mümkündür. Bu yolla kişi, hangi yargı merciinde duruşması bulunduğuna, hakkındaki iddia ve isnatların nelerden ibaret olduğuna, yargılamanın safahatına, bozma ilamının içeriğine, bozma sonrası duruşmanın hangi tarihte yapılacağına, verilen kararın ne olduğuna, 7201 sayılı Tebligat Kanunu ve Yönetmeliğinde açıklanan usule uygun tebligat yapılması ile vakıf olabilecektir.
Görüldüğü üzere, taraf teşkili sadece davanın açılması aşamasında değil, yargılamanın diğer aşamalarında da önem taşımaktadır.
Mahkemenin, bozma ilamına uyma ya da direnme konusunu karara bağlamadan önce de, bozma ilamını ve duruşma gününü taraflara kendiliğinden tebliğ edip taraf teşkilini sağlaması, 6217 sayılı Kanun’un 30.maddesi ile 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu (HMK)’na eklenen “Geçici madde 3” atfıyla uygulanmakta olan 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu (HUMK)'nun 429.maddesinin amir hükmü gereği, zorunludur.
Nitekim, bozma sonrası mahkemece yapılacak işlemleri düzenleyen 1086 sayılı HUMK’nun 429/2.maddesinde, “…Mahkeme, temyiz edenden 434'ncü madde uyarınca peşin alınmış olan gideri kullanmak suretiyle, kendiliğinden tarafları duruşmaya davet edip dinledikten sonra, Yargıtay’ın bozma kararına uyulup uyulmayacağına karar verir.” hükmü öngörülmüştür.
Bu açık hüküm karşısında mahkeme, bozma ilamını taraflara tebliğ edip; kendiliğinden tarafları duruşmaya davet etmekle yükümlüdür. Belirtilen usulü işlemler tamamlanmadan ve bozma sonrası taraf teşkili sağlanmadan, mahkemece direnme ya da uyma kararı verilmesi olanaklı değildir.
Nitekim Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun 26.12.2012 gün ve 2012/11-1065 E 2012/1438 K.; 14.12.2011 gün ve 2011/21-866 E. 2011/752 K.; 23.11.2011 gün ve 2011/11-554 E. 2011/684 K.; 20.04.2011 gün ve 2011/5-175 E. 2011/202 K.; 14.04.2010 gün ve 2010/21-200 E. 2010/216 K.; 26.09.2007 gün ve 2007/11-652 E. 2007/624 K ile 02.07.2003 gün ve 2003/2-408 E. 2003/467 K. sayılı kararlarında da aynı ilkeler benimsenmiştir.
Yukarıda açıklanan mevzuat hükümleri ve konuya ilişkin ilkeler gözetilerek, somut olay değerlendirildiğinde :
Mahkemece Özel Daire bozma ilamının ve duruşma gününün tebliği için davalı vekiline gönderilen tebligat “Muhatap Av. ile birlikte çalışan B...'nun yazılı imzalı beyanı ile...vekillikten istifa nedeniyle iade” açıklaması ile bila tebliğ iade edilmiş, mahkemece davalıya usulüne uygun olarak tebligat yapılmadığı zapta geçirilerek, bozma ilamına karşı direnilmesine karar verilmiştir.
Şu durumda, mahkemece, bozma ilamı ve bozma sonrası duruşma günü davalıya usulünce tebliğ edilmiş gibi işlem tesis edilip, taraf teşkili sağlanmadan duruşma açılarak; davalının yokluğunda ve onun savunma hakkı kısıtlar biçimde yargılamanın yapılıp direnme kararı verilmesi, usul ve yasaya aykırıdır.
Mahkemece yapılacak iş; Özel Daire bozma ilamı ile duruşma gününün 7201 sayılı Kanun hükümlerine uygun olarak davalıya yöntemince tebliği ile taraf teşkili sağlanması ve ancak bu usulü gerek tamamlandıktan sonra bir karar vermek olmalıdır.
Bu nedenle ön sorunun açıklanan nedenlerle kabulü ile direnme kararının diğer hususlar incelenmeksizin bu değişik ve usule ilişkin nedenlerle bozulması gerekmiştir.
S O N U Ç : Davacı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile direnme kararının yukarıda gösterilen değişik nedenlerden dolayı 6217 sayılı Kanun’un 30. maddesi ile 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’na eklenen “Geçici madde 3” atfıyla uygulanmakta olan 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 429.maddesi gereğince BOZULMASINA, bozma nedenine göre sair hususlara yönelik temyiz itirazlarının incelenmesine şimdilik yer olmadığına, istek halinde temyiz peşin harcının yatırana geri verilmesine, 5521 sayılı İş Mahkemeleri Kanunu’nun 8/3.fıkrası uyarınca karar düzeltme yolu kapalı olmak üzere, 26.02.2014 gününde yapılan ikinci görüşmede oyçokluğuyla karar verildi.
ESAS: 2013/634
KARAR: 2014/143
Taraflar arasındaki “işçilik alacakları” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; İzmir 6.İş Mahkemesi’nce davanın reddine dair verilen 30.07.2009 gün ve 2008/658 E.-2009/335 K. sayılı kararın incelenmesi davacı vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 9.Hukuk Dairesi’nin 20.02.2012 gün ve 2009/39155 E.-2012/4897 K. sayılı ilamı ile;
(...A) Davacı İsteminin Özeti:
Davacı, iş sözleşmesinin davalı işyerinde çalışan diğer çalışanların şikayetleri nedeni ile davalı işveren tarafından feshedildiğini, İzmir 9.İş Mahkemesinin 2006/573 E. 2007/82 K. sayılı dosyası ile açılan işe iade davasının işveren feshinin geçerli nedene dayandığı gerekçesiyle reddedildiğini ve ilgili kararı temyiz ettiklerini, kararın Yargıtay 9.H.D.’nin 2007/14835 E. 2007/36284 K. sayılı kararı ile onanmasına karar verildiği, maddi hatanın düzeltilmesi talebininde reddine karar verildiğini ileri sürerek, kıdem ve ihbar tazminatının tahsilini talep etmiştir.
B)Davalı Cevabının Özeti:
Davalı, davacının formen olarak çalıştığını, diğer çalışanlardan maddi menfaatler elde ettiğini, karşılığında izin kullandırdığını, bayan işçiler hakkında cinsel imalarda bulunduğunu, iş akdinin haklı nedenle feshedildiğini savunarak, davanın reddini istemiştir.
C)Yerel Mahkeme Kararının Özeti:
Mahkemece, toplanan kanıtlar ve bilirkişi raporuna dayanılarak, davalının iş sözleşmesini fesihte haklı olduğu gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiştir.
D)Temyiz:
Kararı davacı temyiz etmiştir.
E)Gerekçe:
İşe iade davasında davacının iş sözleşmesinin haklı değil, geçerli nedenle feshedildiği kabul edilerek sonuca gidilmiş ve bu hüküm Yargıtay denetiminden geçerek kesinleşmiştir.
Bu saptama kıdem ve ihbar tazminatına yönelik eldeki davada bağlayıcı nitelik taşımakta olup, iş sözleşmesinin haklı nedenle feshedildiği sonucuna varılarak davanın reddi bozmayı gerektirmiştir...)
gerekçesi ile bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kâğıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
Dava, ihbar ve kıdem tazminatı istemlerine ilişkindir.
Davacı vekili dava dilekçesinde özetle; davacının iş akdinin işveren tarafından noter ihtarı ile toplu iş sözleşmesinin disiplin hükümleri bölümünün 14 ve 20. bendi uyarınca 4857 sayılı Kanun’un 25/II-e maddesine göre feshedildiğini, davacının açtığı işe iade davasının ise davacıya isnat edilen davranışların geçerli fesih nedeni olduğu kabul edilerek reddine karar verildiğini, bu durumda iş akdi 18. madde kapsamında sonlandırıldığından ihbar ve kıdem tazminatı ödenmesi gerektiğini, iş arkadaşları ve işverene karşı olumsuz davranışlarda bulunmadığını beyanla, ihbar ve kıdem tazminatına hükmedilmesini talep etmiştir.
Davalı P... Entegre Et ve Un Sanayi AŞ vekili cevap dilekçesinde; davacının iş sözleşmesinin iş arkadaşlarından menfaat temin etmesi ve işyerindeki bayan işçiler hakkında cinsel imalarda bulunması nedeniyle İş Kanunu’nun 25/II.maddesine göre feshedildiğini, işe iade davasında verilen kararda mahkemenin, davacının işyerinde sergilediği davranışları iş akdinin feshi için yeterli kanaat sebebi olarak gördüğünü, ihbar ve kıdem tazminatlarının ancak 17 ve 18.maddelere göre yapılan fesihlere bağlı olarak istenebilecek tazminatlar olduğunu, işe iade kararında feshin 17 ve 18.maddelere dayalı olarak yapıldığına hükmedilmediğini belirtilerek, davanın reddini savunmuştur.
Mahkemece, “davacının, emri altında olan işçilerden maddi menfaat temin ettiği, bayan personel hakkında, rencide edici, uygunsuz ve iffetlerini zedeleyici içerikte konuşmalar yaptığı, davranışlarının işyeri barışının ve huzurunun bozulmasına sebep olduğu, bu eylem 4857 sayılı Kanun’un II/ b), c), d) ve e) bendi kapsamında kalmakla birlikte, davalı işveren fesih sebebi ile bağlı bulunduğundan, işveren tarafından iş akdinin feshinin 4857 sayılı Kanun’un II/e) bendi kapsamında haklı fesih sebebine dayanıldığı” gerekçesiyle, davanın reddine dair verilen karar davacı vekili tarafından temyizi üzerine, Özel Daire’ce yukarıda başlık bölümünde yazılı gerekçeyle bozulmuş, mahkemece “işe iade talebinin reddine dair ilamda, fesih sebebinin haklı sebep oluşturmadığı yönünde bir tespitte bulunulmadı, feshin geçerli sebebe dayandığı saptaması gerekçelendirilirken dayanak sebeplerin her birinin, 4857 sayılı Kanun’un II. maddesi kapsamında haklı fesih sebebi oluşturduğu” gerekçesiyle davanın reddine ilişkin önceki kararda direnilmiştir.
Direnme kararı davacı vekili tarafından temyiz edilmektedir.
I-Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nda yapılan görüşme sırasında işin esasına geçilmeden önce, ilk olarak, davalı işveren vekilinin, vekillikten istifa edip etmediği hususunun araştırılması için dosyanın geri çevrilmesine gerek olup olmadığı ön sorun olarak incelenmiştir.
Somut uyuşmazlıkta Özel Daire bozma kararı sonrası duruşma gününü içeren tensip tutanağının davalı P... AŞ vekili Av...'a tebliğini içeren tebligat parçası; 16.04.2012 tarihinde “Muhatap Av. ile birlikte çalışan B...'nun yazılı imzalı beyanı ile...vekillikten istifa nedeniyle iade” şerhi ile bila tebliğ iade edilmiş, direnme kararı ise davalı P... AŞ vekili Av...'a “Muhatabın o an dışarıda olması sebebiyle aynı adreste kendisiyle birlikte sürekli çalışan ve imzaya ehil olan B... imzasına tebliğ edilmiştir” meşruatı ile 12.12.2012 tarihinde tebliğ edilmiş olup, dosya içerisinde davalı P.. AŞ vekili Av... tarafından ibraz edilmiş bir istifa dilekçesi bulunmamaktadır.
Bilindiği üzere, vekâlet sözleşmesinin, hizmetle ilgili diğer sözleşmelere oranla, çok daha sıkı bir şekilde karşılıklı güvene dayalı olduğu öğreti ve uygulamada ittifakla benimsenmektedir. Vekâlet ilişkisinin kurulmuş olması, karşılıklı güven unsurunun vekâlet sözleşmesinin kurulması aşamasında her iki taraf yönünden mevcut olmasıyla mümkündür ve bunun o aşamada varlığının göstergesidir. Ne var ki, vekâlet sözleşmesinin niteliği gereğince, bu unsur, sözleşmenin devamı süresince de varlığını korumalıdır. Eğer, başlangıçta mevcut olan karşılıklı güven, sözleşme süresi içerisinde gerçekleşen olgulardan dolayı bir taraf yönünden haklı olarak zedelenir veya ortadan kalkarsa, o taraf sözleşmeyi her zaman feshedebilir. Bu ilke, mülga 818 sayılı Borçlar Kanunu’nun 396/1.maddesinde, “Vekâletten azil ve ondan istifa her zaman caizdir” şeklinde ifade edilmiş, aynı ilke 6098 sayılı Türk Borçlar Kanunu’nun 512.maddesinde de belirtilmiştir.
Azil ve istifa beyanı yenilik doğuran tek yanlı bir işlemdir ve irade beyanının karşı tarafa ulaşması ile vekâlet ilişkisini “tasfiye edilmesi gerekli” bir ilişki durumuna sokar (Hatemi/Serozan/Arpacı Borçlar Hukuku Özel Bölüm. İstanbul 1992 s.435).
Herhangi bir şekle tabi olmayan istifa beyanı; vekalet ilişkisini ileriye doğru sona erdiren, bozucu yenilik doğuran tek taraflı bir hukuki muameledir ve doğurduğu bozucu yenilik doğuran etki nedeniyle, istifaya ilişkin irade beyanının bizzat vekilden gelmesinde zorunluluk bulunmaktadır.
Öte yandan, mülga 818 sayılı Borçlar Kanunu’nun 37. ve 396.maddelerinde açıkça vurgulandığı üzere temsil yetkisinin son bulması, vekilin yetkisiz temsilci haline gelmesi ve yaptığı işlemlerin bu nedenle geçersiz sayılması için, azil keyfiyetinin temsilciye ulaştırılması gerekir.
Buna göre, davada bir tarafın vekilinin istifa ettiğinin mahkemeye ve karşı tarafa bildirilmesi zorunludur. Aksi halde karşı taraf (ve mahkeme) hakkında hüküm ifade etmez. Buradan gidilerek temsilciye ya da üçüncü kişilere temsil yetkisinin geri alındığı, yöntemine uygun biçimde ulaştırılmadıkça bu yetkinin devam ettiği kabul edilir.
Somut uyuşmazlıkta davalı vekilinin istifasına dair dosya kapsamında her hangi bir belge yer almadığı gibi, tebligat üzerine dercedilen ve vekilin istifa ettiğine ilişkin beyanın ise vekile değil, çalışanına ait olduğu anlaşılmaktadır.
Yukarıda açıklandığı üzere, davalı vekilinin istifa ettiğine dair; vekilden sadır olan bir irade beyanı mahkemeye ulaşmadığından, vekilin davalıyı temsil yetkisinin devam etmekte olduğunun kabulü gereklidir.
Bu halde, davalı vekilinin istifaya ilişkin beyanının bulunmaması ve hâkimin taraf vekilinin istifasını re’sen araştırma yükümlülüğünden sözetmenin de mümkün olmaması hususları dikkate alınarak, dosyanın taraf vekilinin istifa beyanının araştırılması için geri çevrilmesine gerek bulunmadığına 19.02.2014 gününde yapılan ilk görüşmede oybirliği ile karar verilmiştir.
II-Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nda yapılan görüşmeler sırasında işin esasına geçilmeden önce, ikinci olarak; bozma ilamından sonra davalı işveren şirkete yapılan tebligatın usulüne uygun olup olmadığı, dolayısıyla taraf teşkilinin yöntemine uygun şekilde sağlanıp sağlanmadığı ve taraf teşkili sağlanmadan direnme kararı verilmesinin mümkün olup olmadığı hususu ön sorun olarak incelenmiştir.
Uyuşmazlığın çözümünde öncelikle “tebligat”, “taraf teşkili”, “adil yargılanma” ve “hukuki dinlenilme hakkı” kavramları üzerinde durulmasında yarar bulunmaktadır:
Bilindiği üzere, çekişmeli yargıda kural olarak, duruşma yapılması zorunludur. Buna göre, hakim iddia ve savunma haklarını kullanabilmeleri için tarafları duruşmaya çağırmak zorundadır. Kanunun gösterdiği istisnalar dışında hakim tarafları dinlemeden veya iddia ve savunmalarını bildirmeleri için kanuna uygun biçimde davet etmeden hükmünü veremez.
Taraflar duruşmaya çağrılmadan, eş anlatımla; taraf teşkili sağlanmadan hüküm verilememesi, Anayasanın 36.maddesi ile düzenlenen iddia ve savunma hakkının kullanılmasına olanak tanınması ilkesinin doğal bir sonucudur.
Gerçekten savunma hakkını güvence altına alan T.C.Anayasası’nın 36.maddesi ile 1086 sayılı HUMK’nun 73.maddesinde de (6100 sayılı HMK’nun 27.maddesi) açıkça belirtildiği üzere, mahkemece davalı yan; dinlenmek ve savunması alınmak üzere kanuni şekillere uygun olarak davet edilmedikçe hüküm verilmesi mümkün bulunmamaktadır, aksi halde savunma hakkının kısıtlanmış sayılacağı, gerek öğreti, gerekse yargısal kararlarda tartışmasız olarak kabul edilmektedir (Baki Kuru, Hukuk Muhakemeleri Usulü, 6. Baskı, Cilt II, s.1876 vd).
01.10.2011 tarihinde yürürlüğe giren 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun “Hukuki Dinlenilme Hakkı” başlıklı 27.maddesi (Mülga 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 73.maddesi) uyarınca davanın tarafları, kendi hakları ile bağlantılı olarak hukuki dinlenilme hakkına sahip olup, bu hak, yargılama ile ilgili bilgi sahibi olunmasını da içerir.
Buna göre mahkeme, iki tarafa eşit şekilde hukukî dinlenilme hakkı tanıyarak hükmünü vermelidir. Taraflara hukukî dinlenilme hakkı verilmesi anayasal bir haktır. Anayasamızın 36.maddesine göre teminat altına alınan iddia ve savunma hakkı ile adil yargılanma hakkı, hukukî dinlenilme hakkını da içermektedir. Yine İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi'nde de hukukî dinlenilme hakkı, adil yargılanma hakkı içinde teminat altına alınmıştır. Bu hakka, tarafın hâkime meramını anlatma hakkı ya da iddia ve savunma hakkı da denilmektedir. Ancak, hukukî dinlenilme hakkı, bu ifadeleri de kapsayan daha geniş bir anlama sahiptir. 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu'nun 27.maddesi hükmüne göre:
"(I) Davanın tarafları, müdahiller ve yargılamanın diğer ilgilileri, kendi hakları ile bağlantılı olarak hukuki dinlenilme hakkına sahiptirler.
(2) Bu hak;
a) Yargılama ile ilgili olarak bilgi sahibi olunmasını,
b) Açıklama ve ispat hakkını,
c) Mahkemenin, açıklamaları dikkate alarak değerlendirmesini ve kararların somut ve açık olarak gerekçelendirilmesini,
içerir".
Hukukî dinlenilme hakkı olarak maddede ifade edilen ve uluslararası metinlerde de yer bulan bu hak, çoğunlukla "iddia ve savunma hakkı" olarak bilinmektedir. Ancak, hukukî dinlenilme hakkı, iddia ve savunma hakkı kavramına göre daha geniş ve üst bir kavramdır.
Bu hak, yargılamanın tarafları dışında, müdahiller ve yargılama konusu ile ilgili olanları da kapsamına almaktadır. Ancak, her yargılama süjesi kendi hakkıyla bağlantılı ve orantılı olarak bu hakka sahiptir. Hakkın temel unsurları maddede tek tek belirtilmiş, böylece uygulamada bu temel yargısal hak konusundaki tereddütlerin önüne geçilmesi amaçlanmıştır.
Bu çerçevede, öncelikle tarafların gerek yargı organlarınca gerekse karşı tarafça yapılan işlemler konusunda bilgilendirilmeleri zorunludur. Kişinin kendisinden habersiz yargılama yapılarak karar verilmesi, kural olarak mümkün değildir.
Bu hakkın ikinci unsuru, açıklama ve ispat hakkıdır. Taraflar, yargılamayla ilgili açıklamada bulunma, bu çerçevede iddia ve savunmalarını ileri sürme ve ispat etme hakkına sahiptirler. Her iki taraf da bu haktan eşit şekilde yararlanırlar. Bu durum "silahların eşitliği ilkesi" olarak da ifade edilmektedir.
Bu hakkın üçüncü unsuru, tarafların iddia ve savunmalarını yargı organlarının tam olarak dikkate alıp değerlendirmesidir. Bu değerlendirmenin de, kararların gerekçesinde yapılması gerekir (bkz. 6100 sayılı HMK.nun Hükümet Gerekçesi madde 32).
Hukukî dinlenilme hakkı, sadece belli bir yargılama için ya da yargılamanın belli bir aşaması için geçerli olan bir ilke değildir. Tüm yargılamalar için ve yargılamanın her aşamasında uyulması gereken bir ilkedir. Bu çerçevede gerek çekişmeli ve çekişmesiz yargı işlerinde gerekse bu yargılamalarla bağlantılı geçici hukukî korumalarda, icra takiplerinde, tahkim yargılamasında, hatta hukukî uyuşmazlıklarla ilgili yargılama dışında ortaya çıkan çözüm yollarında, her bir yargılama, çözüm yolu ve uyuşmazlığın niteliğiyle bağlantılı şekilde hukukî dinlenilme hakkına uygun davranılmalıdır.
Hukukî dinlenilme hakkına aykırılık -bir istinaf gerekçesi ve- temyizde de bozma sebebidir. Hakkın ihlâlinin niteliğine göre, yargılamanın yenilenmesi sebebi olarak kabul edilebilir. Ayrıca adil yargılanma ihlâli çerçevesinde de Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne başvurulabilir.
Kanunda da açıkça belirtildiği gibi, hukukî dinlenilme hakkının temel üç unsuru bulunmaktadır (6100 sayılı HMK madde 27/2).
Bunlardan ilki “Bilgilenme Hakkı” dır.
Buna göre, hak sahibinin kendisi ile ilgili yargılama ve yargılamanın içeriği hakkında tam bir şekilde bilgi sahibi olması sağlanmalıdır. Bilgilenme hakkı, gerek karşı taraf gerekse yargı organlarının işlemleri ve dosya kapsamına girip yargılamayı etkileyen her şeyi kapsar. Tarafın bilgi sahibi olmadığı işlemler, belge ve bilgiler yargılamada esas alınamaz. Bilgilenmenin şekli bakımından, hukukî dinlenilme hakkına uygun davranılmalı, ilgilinin bilgilenmesi şeklen değil, gerçekten sağlanmaya çalışılmalıdır. Özellikle tebligat ve davetiye kurallarının uygulanmasında özen gösterilmelidir. Usûlüne uygun tebligat yapılmadan, davetiye çıkarılmadan, tefhimi mümkünse tefhim gerçekleşmeden yapılan işlemler taraflar bakımından sonuç doğurmaz. Taraflardan gizli yargılama yapılamayacağı için, yargılamaya dâhil olan her işlem bakımından taraflar, dosyanın korunması ve yargılamanın sağlıklı yürütülmesi dışında bir sınırlamaya tabî olmadan tam olarak bilgilenme hakkını kullanabilirler. Bu sınırlamalar da bilgilenme hakkını ortadan kaldırıcı nitelikte olmayıp sadece kullanılmasını yargılamanın sağlıklı işlemesi için belirli kurallara bağlamak şeklinde olabilir. Tarafların bilgisine açık olmayan hiçbir husus hükme esas alınamaz.
Hakkaniyete uygun bir yargılanmanın gerçekleşmesini sağlayacak en önemli ilke ise silâhların eşitliği ilkesidir. AİHM’nin 6.maddesinin 1.bendinin ilk cümlesinde yer alan silâhların eşitliği ilkesi, yine, AİHM’ne göre, mahkeme önünde sahip olunan hak ve vecibeler bakımından taraflar arasında tam bir eşitliğin bulunması ve bu dengenin bütün yargılama boyunca korunmasıdır. Başka bir deyişle, silâhların eşitliği ilkesi, dâvanın taraflarından birini diğeri karşısında avantajsız bir duruma düşürmeyecek şekilde her iki tarafın deliller de dahil olmak üzere, iddia ve savunmasını ortaya koymak için makûl bir olanağa sahip olması, tarafların denge içinde olması demektir.
Söz konusu ilke tarafların usulüne uygun olarak mahkemenin önüne gelmelerini sağlayan tebligat işlemi açısından önemlidir. Çünkü ancak hukuka uygun bir usûlde gerçekleşen tebligat üzerine, durumdan haberdar olan taraflar iddia ve savunmalarını eşit şekilde yapabileceklerdir.
Savunma hakkının yeterince kullanılamadığı bir yargılamanın doğru sonuçlar vermesi beklenemez. Adil yargılamayı gerçekleştirmeye yönelik her hukuk kuralı savunma hakkının varlığına işaret edecektir. Hak arama özgürlüğü ve bunun somut unsurlarından biri olan savunmanın yapılabilmesinin ilk koşulu ise tebligattır. Bir yargılama sırasında taraflar, yargılama hakkındaki ilk bilgilere ve bunun sonucunda iddia ve savunma yapabilme haklarına ancak usulüne uygun tebligat ile kavuşabilecek ve bu şekilde savunma yapılabilecektir. Bunun tersi olarak geçerli ve usulüne uygun bir tebligat olmaksızın yargılama yapılması ise, savunma hakkının dolayısıyla, en temel insan haklarından birinin ihlâli anlamına gelecektir (Mehmet Ruşen Gültekin, Adil Yargılanma Hakkının Gerçekleşmesini Sağlayan Araçlardan Milletlerarası Tebligat ve İstinabe, (Doktora Tezi), Ankara 2006, s. 17 vd.).
Yargılamanın sağlıklı bir biçimde sürdürülebilmesi, iddia ve savunma ile ilgili delillerin eksiksiz toplanıp tartışılabilmesi, itirazların yapılabilmesi, davanın süratle sonuçlandırılabilmesi, öncelikle tarafların duruşma gününden haberdar edilmesi ile mümkün olur. Kişinin hangi yargı merciinde duruşması bulunduğunu, hakkındaki iddia ve isnatların nelerden ibaret olduğunu bilmesi, 7201 sayılı Tebligat Kanunu ve Yönetmelikte açıklanan usule uygun tebligat yapılması ile sağlanabilir (HGK’nun 04.03.2009 gün ve 2009/9-52 E. 2009/105 K.; 14.04.2010 gün ve 2010/21-200 E. 2010/216 K.; 20.04.2011 gün ve 2011/5-175 E. 2011/202 K. sayılı ilamları).
Yetkili makamlar tarafından bir takım hukukî işlemlerin, bunların hukukî sonuçlarından etkilenmeleri amaçlanan kimselere kanuna uygun şekilde bildirimi ve bu bildirimin de usulüne uygun şekilde yapıldığının belgelenmesi olarak tanımlanan tebligat, Anayasa ile güvence altına alınan iddia ve savunma hakkının, daha da özelde hukukî dinlenilme hakkının tam olarak kullanılması ve bu suretle adil bir yargılamanın yapılmasını sağlayan çok önemli bir araçtır.
Bir dâvada dâvalının, dâvacının açmış olduğu dâvadan haberdar olması, dâvaya cevap vermesi ve hatta cevap süresinin işlemeye başlaması için dâva dilekçesinin tebliğ edilmesi gerekir. Aksi durumun, ilgilinin hak arama hürriyetini kısıtlayacağına şüphe yoktur. Aslında hemen her hukuksal işlemin tebligat ile sonuç doğuracağını söylemek mümkündür.
Bir dâvada tarafların teşkil edilebilmesi, bu sayede dâvada karşılıklılık, çelişikliğin sağlanabilmesi ve iddia ve savunmalarda bulunulabilmesi için taraflarla, taraflar dışındaki tanık ve bilirkişi gibi üçüncü kişilere usulüne uygun tebligat yapılması gereklidir. Tebligat sayesinde, ilgililer duruşmaya davet olunur ve kendilerine, yargılama hakkındaki ilk bilgiler, tebliğ konusu dilekçeler verilir. Tebligat, yargılamanın makûl sürede yapılıp sonuçlandırılması, hak ve adaletin gecikmeden yerine getirilmesi açısından önemli bir usûli işlemdir (Mehmet Ruşen Gültekin, a.g.e., s. 16, 17).
Bu bakımdan, davetiyenin ve tebliğ tutanaklı zarfın, davadaki ve takipteki önemi büyüktür. Tebligat; bilgilendirme yanında belgelendirme özelliği de bulunan bir usul işlemi olduğundan tebligat ile ilgili olarak 7201 sayılı Tebligat Kanunu ve buna bağlı olarak çıkarılan yönetmelik hükümleri tamamen şeklidir. Kanun ve yönetmeliğin amacı tebligatın muhatabına en kısa zamanda ulaşması, konusu ile ilgili olan kişilerin bilgilendirilmesi ve bu hususların belgeye bağlanmasıdır. Gerek tebliğ işlemi ve gerekse tebliğ tarihi ancak yasa ve tüzükte emredilen şekillerle tevsik ve dolayısıyla ispat olunabilir.
Tebligat Kanunu ile Yönetmeliğinde öngörülen şekilde işlem yapılmış olmadıkça tebliğ memuru tarafından yapılan yazılı beyan onun mücerret sözünden ibaret kalır ve dolayısıyla belgelendirilmiş sayılmaz.
Şu hale göre; yazılı tebligat, bir davaya ilişkin işlemleri o davayla ilgili kişilere bildirmek için, mahkemelerce Kanuna uygun biçimde yapılan bir belgelendirme işlemidir. Dolayısıyla, kanun ve yönetmelik hükümlerinin en ufak ayrıntılarına kadar uygulanması zorunludur. Kanunun ve Yönetmeliğin belirlediği şekilde yapılmamış ve belgelendirilmemiş olan tebligatların geçerli olmayacağı Yargıtay içtihatlarında açıkça vurgulanmıştır.
Yukarıdaki açıklamaların ışığında kısaca belirtmek gerekirse, çekişmeli yargıda kural olarak, duruşma yapılması zorunludur. Buna göre, hakim iddia ve savunma haklarını kullanabilmeleri için tarafları duruşmaya çağırmak zorundadır. Kanunun gösterdiği istisnalar dışında hakim tarafları dinlemeden veya iddia ve savunmalarını bildirmeleri için kanuna uygun biçimde davet etmeden hükmünü veremez.
Buna göre, taraf teşkili dava şartı olup, davanın her aşamasında mahkemece re’sen nazara alınması gereken bir olgudur ve mahkemenin, duruşma gününü, kararını, bozma ilamını, bozma sonrası duruşma günü ve direnme kararını taraflara kendiliğinden tebliğ edip taraf teşkilini sağlaması, usulün amir hükmü gereğidir.
Yargılamanın sağlıklı bir biçimde sürdürülebilmesi, iddia ve savunma ile ilgili delillerin eksiksiz toplanıp tartışılabilmesi, itirazların yapılabilmesi, davanın süratle sonuçlandırılabilmesi; bozma sonrası yargılamanın devamı, uyup uymama yönündeki kararın verilebilmesi, öncelikle tarafların duruşma gününden usulünce haberdar edilmesi ve böylece taraf teşkilinin sağlanması ile mümkündür. Bu yolla kişi, hangi yargı merciinde duruşması bulunduğuna, hakkındaki iddia ve isnatların nelerden ibaret olduğuna, yargılamanın safahatına, bozma ilamının içeriğine, bozma sonrası duruşmanın hangi tarihte yapılacağına, verilen kararın ne olduğuna, 7201 sayılı Tebligat Kanunu ve Yönetmeliğinde açıklanan usule uygun tebligat yapılması ile vakıf olabilecektir.
Görüldüğü üzere, taraf teşkili sadece davanın açılması aşamasında değil, yargılamanın diğer aşamalarında da önem taşımaktadır.
Mahkemenin, bozma ilamına uyma ya da direnme konusunu karara bağlamadan önce de, bozma ilamını ve duruşma gününü taraflara kendiliğinden tebliğ edip taraf teşkilini sağlaması, 6217 sayılı Kanun’un 30.maddesi ile 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu (HMK)’na eklenen “Geçici madde 3” atfıyla uygulanmakta olan 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu (HUMK)'nun 429.maddesinin amir hükmü gereği, zorunludur.
Nitekim, bozma sonrası mahkemece yapılacak işlemleri düzenleyen 1086 sayılı HUMK’nun 429/2.maddesinde, “…Mahkeme, temyiz edenden 434'ncü madde uyarınca peşin alınmış olan gideri kullanmak suretiyle, kendiliğinden tarafları duruşmaya davet edip dinledikten sonra, Yargıtay’ın bozma kararına uyulup uyulmayacağına karar verir.” hükmü öngörülmüştür.
Bu açık hüküm karşısında mahkeme, bozma ilamını taraflara tebliğ edip; kendiliğinden tarafları duruşmaya davet etmekle yükümlüdür. Belirtilen usulü işlemler tamamlanmadan ve bozma sonrası taraf teşkili sağlanmadan, mahkemece direnme ya da uyma kararı verilmesi olanaklı değildir.
Nitekim Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun 26.12.2012 gün ve 2012/11-1065 E 2012/1438 K.; 14.12.2011 gün ve 2011/21-866 E. 2011/752 K.; 23.11.2011 gün ve 2011/11-554 E. 2011/684 K.; 20.04.2011 gün ve 2011/5-175 E. 2011/202 K.; 14.04.2010 gün ve 2010/21-200 E. 2010/216 K.; 26.09.2007 gün ve 2007/11-652 E. 2007/624 K ile 02.07.2003 gün ve 2003/2-408 E. 2003/467 K. sayılı kararlarında da aynı ilkeler benimsenmiştir.
Yukarıda açıklanan mevzuat hükümleri ve konuya ilişkin ilkeler gözetilerek, somut olay değerlendirildiğinde :
Mahkemece Özel Daire bozma ilamının ve duruşma gününün tebliği için davalı vekiline gönderilen tebligat “Muhatap Av. ile birlikte çalışan B...'nun yazılı imzalı beyanı ile...vekillikten istifa nedeniyle iade” açıklaması ile bila tebliğ iade edilmiş, mahkemece davalıya usulüne uygun olarak tebligat yapılmadığı zapta geçirilerek, bozma ilamına karşı direnilmesine karar verilmiştir.
Şu durumda, mahkemece, bozma ilamı ve bozma sonrası duruşma günü davalıya usulünce tebliğ edilmiş gibi işlem tesis edilip, taraf teşkili sağlanmadan duruşma açılarak; davalının yokluğunda ve onun savunma hakkı kısıtlar biçimde yargılamanın yapılıp direnme kararı verilmesi, usul ve yasaya aykırıdır.
Mahkemece yapılacak iş; Özel Daire bozma ilamı ile duruşma gününün 7201 sayılı Kanun hükümlerine uygun olarak davalıya yöntemince tebliği ile taraf teşkili sağlanması ve ancak bu usulü gerek tamamlandıktan sonra bir karar vermek olmalıdır.
Bu nedenle ön sorunun açıklanan nedenlerle kabulü ile direnme kararının diğer hususlar incelenmeksizin bu değişik ve usule ilişkin nedenlerle bozulması gerekmiştir.
S O N U Ç : Davacı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile direnme kararının yukarıda gösterilen değişik nedenlerden dolayı 6217 sayılı Kanun’un 30. maddesi ile 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’na eklenen “Geçici madde 3” atfıyla uygulanmakta olan 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 429.maddesi gereğince BOZULMASINA, bozma nedenine göre sair hususlara yönelik temyiz itirazlarının incelenmesine şimdilik yer olmadığına, istek halinde temyiz peşin harcının yatırana geri verilmesine, 5521 sayılı İş Mahkemeleri Kanunu’nun 8/3.fıkrası uyarınca karar düzeltme yolu kapalı olmak üzere, 26.02.2014 gününde yapılan ikinci görüşmede oyçokluğuyla karar verildi.