1. sayfa (Toplam 1 sayfa)

Anayasa Mahkemesi Kararları Çerçevesinde İdari Yargı Kararlarını Uyg. Sonucu

Gönderilme zamanı: 27 Kas 2021, 02:08
gönderen Hepsihukuk
Anayasa’mızın 125. maddesine göre “yürütmenin her türlü eylem ve işlemine karşı yargı yolu açıktır... İdari işlemin uygulanması halinde telafisi güç veya imkansız zararların doğması ve idari işlemin açıkça hukuka aykırı olması şartlarının birlikte gerçekleşmesi durumunda gerekçe gösterilerek yürütmenin durdurulmasına karar verilebilir.”

Anayasa’mızın 138. maddesine göre de “Yasama ve yürütme organları ile idare, mahkeme kararlarına uymak zorundadır; bu organlar ve idare, mahkeme kararlarını hiçbir suretle değiştiremez ve bunların yerine getirilmesini geciktiremez.”

Anayasa’nın bu açık hükmüne rağmen göreve başlarken Anayasa’ya sadakat yemini eden vekillerimiz 2577 sayılı İdari Yargılama Usul Kanunu’nun 28. maddesine “.. kamu görevlilerinin naklen veya vekaleten yapılan atama ve bu görevlerden alınma, bu görevlerle ilgili yer değiştirme, görev ve unvan değişikliği işlemleri hakkında verilen mahkeme kararlarının gereği, ilgilinin kazanılmış hak aylık derecesine uygun başka bir kadroya atanması suretiyle iki yıl içinde yerine getirilir. Bu görevliler hakkındaki mezkur işlemlerin uygulanması, telafisi güç veya imkansız zararları doğuran hallerden sayılmaz. (Ek 5. cümle: 10.09.2014 - 6552 S.K./97. md.) Bu fıkranın üçüncü cümlesinde belirtilen işlemlerle ilgili mahkeme kararlarının yerine getirilmemesi ceza soruşturması ve kovuşturmasına konu edilemez; ancak disiplin hükümleri saklıdır.” maddelerini ekleyerek yargı kararlarını uygulanamaz hale getirmişlerdir.

Anayasa Mahkemesi, 02.10.2014 tarih 2014 / 149 E - 14 K sayılı kararı ile “Ancak, 23/4/1981 tarihli ve 2451 sayılı Bakanlıklar ve Bağlı Kuruluşlarda Atama Usulüne İlişkin Kanuna ekli (1) ve (2) sayılı cetvellerde gösterilen unvanları taşıyan görevler ile farklı atama usullerine tabi olsalar dahi daire başkanı ve üstü görevlere, sivil memurlar hariç kolluk teşkilatlarının kadrolarına; açıktan, naklen veya vekaleten yapılan atama ve bu görevlerden alınma, bu görevlerle ilgili yer değiştirme, görev ve unvan değişikliği işlemleri hakkında verilen mahkeme kararlarının gereği, ilgilinin kazanılmış hak aylık derecesine uygun başka bir kadroya atanması suretiyle iki yıl içinde yerine getirilir. Bu görevliler hakkındaki mezkur işlemlerin uygulanması, telafisi güç veya imkansız zararları doğuran hallerden sayılmaz. (Ek 5. cümle: 10.09.2014 - 6552 S.K./97. md.) Bu fıkranın üçüncü cümlesinde belirtilen işlemlerle ilgili mahkeme kararlarının yerine getirilmemesi ceza soruşturması ve kovuşturmasına konu edilemez; ancak disiplin hükümleri saklıdır.” ifadelerinin iptaline ve yürürlüğünün durdurulmasına karar vermiştir.

Bu karardan sonra İdari Yargılama Usul Kanunu’nun 28. maddesinin son hali şöyledir:
“Madde 28 - 1. (Değişik fıkra: 10.06.1994 - 4001 S.K./13. md.) Danıştay, bölge idare mahkemeleri, idare ve vergi mahkemelerinin esasa ve yürütmenin durdurulmasına ilişkin kararlarının icaplarına göre idare, gecikmeksizin işlem tesis etmeye veya eylemde bulunmaya mecburdur. Bu süre hiçbir şekilde kararın idareye tebliğinden başlayarak otuz günü geçemez.”

Mevcut hukuki durum karşısında idari yargı mercilerince verilmiş olan bir iptal ya da yürütmeyi durdurma kararı ister Anayasa Mahkemesi’nin 02.10.2014 tarihli kararından önce ister sonra verilmiş olsun en geç otuz gün içinde yerine getirilmek zorundadır. Yeter ki 10 yıllık ilam zaman aşımı dolmamış olsun.

Burada, idareler 02.10.2014 tarihinden önce verilmiş yargı kararlarının taraflarının Anayasa Mahkemesi kararlarının geriye yürümeyeceği kuralından hareketle yeni hukuki durumdan faydalanamayacağını iddia edilebilirse de Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu, 2006/321 E-542 K sayılı kararı ile kişilerin Anayasa Mahkemesi iptal kararlarından sonra doğan yeni hukuki duruma göre yeni işlem tesis edilmesi için idarelere başvurabileceği ve açık ya da zımni red kararlarına göre de yeni dava açabileceğine karar vermiştir.

Karar özetle şöyledir:

“2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanununun 10. maddesinde, "İlgililer, haklarında idari davaya konu olabilecek bir işlem veya eylemin yapılması için idari makamlara başvurabilirler. Altmış gün içinde bir cevap verilmezse istek reddedilmiş sayılır. İlgililer altmış günün bittiği tarihten itibaren dava açma süresi içinde, konusuna göre Danıştay, idare ve vergi mahkemelerinde dava açabilirler. Altmış günlük süre içinde idarece verilen cevap kesin değilse ilgili bu cevabı istemin reddi sayarak dava açabileceği gibi, kesin cevabı da bekleyebilir. Bu takdirde dava açma süresi işlemez. Ancak, bekleme süresi başvuru tarihinden itibaren altı ayı geçemez. Dava açılmaması veya davanın süreden reddi halinde, altmış günlük sürenin bitmesinden sonra yetkili idari makamlarca cevap verilirse cevabın tebliğinden itibaren altmış gün içinde dava açabilirler." kuralı YER ALMAKTADIR.

Anayasanın 138. maddesinde yasama ve yürütme organlarıyla idarenin mahkeme kararlarına uymak zorunda olduğu, bu organlar ve idarenin, mahkeme kararlarını hiçbir suretle değiştiremeyeceği ve bunların yerine getirilmesini geciktiremeyeceği; 153. maddesinde, Anayasa Mahkemesi kararlarının kesin olduğu, kanun, kanun hükmünde kararname veya Türkiye Büyük Millet Meclisi İç Tüzüğü ya da bunların hükümlerinin Resmi Gazete’de yayımlandığı tarihte yürürlükten kalkacağı, gereken hallerde Anayasa Mahkemesinin iptal hükmünün yürürlüğe gireceği tarihi ayrıca kararlaştırabileceği, bu tarihin kararın Resmi Gazetede yayımlandığı günden başlayarak bir yılı geçemeyeceği, Anayasa Mahkemesi kararlarının Resmi Gazetede hemen yayımlanacağı ve yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını gerçek ve tüzel kişileri bağlayacağı hükme bağlanmış olup, 2949 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluş ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanunun 53 üncü maddesi de Anayasanın 153. maddesine paralel OLARAK DÜZENLENMİŞTİR.

Anayasa Mahkemesi 23.6.2005 günlü, 25854 sayılı Resmi Gazetede yayımlanan 4.5.2005 günlü, E:2004/4, K:2005/25 sayılı kararıyla; kıyı bankalarındaki hesaplarından bankacılık işlemi yapma ve mevduat kabul etme izni kaldırılan bankaların yurt içi kayıtlarına karşılığı nakden ödenmeksizin aktarılan mevduat sahipleriyle aynı bankanın diğer mevduat sahipleri arasında Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonundan yararlanma açısından bir fark bulunmadığından bunlar arasında muvazaalı durumlar dışında ayrım yapılmasının eşitlik ilkesine aykırılık oluşturacağı gerekçesiyle 5021 s. Kanunun 1 inci maddesiyle 4969 sayılı Yasanın Geçici 2 nci maddesinin değiştirilen (1) numaralı fıkrasının son paragrafının iptaline karar vermiş olup; kararın verildiği gün itibariyle kamuoyuna bildirilmesi nedeniyle konuyla ilgili bulunan idareler ve kişilerin bilgisi dahiline GİRDİĞİ AÇIKTIR.

Bu nedenlerle, davacının Anayasa Mahkemesi kararının doğurduğu sonuçlardan yararlanmak amacıyla 2577 s. Kanunun 10. maddesine göre idareye başvurarak bu yeni hukuki duruma göre off-shore hesabından mevduat hesabına aktardığı parasının ödenmesi talebinde bulunabileceği ve bu başvurusunun reddi üzerine dava açabileceğinin kabulü gerektiğinden işin esasının İNCELENMESİ GEREKMEKTEDİR.”


Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin SÜZER VE EKSEN HOLDİNG – TURKIYE davasının gerekçeli kararında yer alan şu ilkeler son derece önemlidir:

“AIHM, Taraf Devletin ulusal hukuk düzeninin kesinleşmiş ve bağlayıcı bir yargı kararının taraflardan birinin zararına olduğu halde infaz edilmemesine izin vermesi durumunda 6. maddenin teminat altına aldığı mahkemeye erisim hakkının bir yanılsamadan ibaret kalacağını vurgulamaktadır. Hangi yargı makamı verirse versin, bir yargı kararı veya hükmün infaz edilmesi, 6. madde anlamında “dava”nın tamamlayıcı unsuru olarak değerlendirilmelidir (yukarıda anılan Hornsby kararı, § 40, Bourdov (No.2), § 65; Okyay ve diğerleri-Türkiye davası, No. 36220/97, § 72, AĐHM 2005-VII, Immobiliare Saffi-Đtalya davası [BD], No. 22774/93, § 63, AĐHM 1999-V; ve Costin-Romanya davası, No. 57810/00, § 26, 26 Mayıs 2005).

Bu ilke, sonucu vatandasın medeni hakları için belirleyici olacak bir idari dava mevzubahis olduğunda daha da önem kazanmaktadır. İptal davası açan bir kişi, sadece itiraz konusu işlemin ortadan kaldırılmasını değil, aynı zamanda ve özellikle etkilerinin kaldırılmasını hedeflemektedir. Oysa davaya taraf vatandasın etkin korunması ve hukuka uygunluğun sağlanması, idarenin kendisi hakkında verilebilecek nihai yargı kararlarına uymasını gerektirmektedir. Şayet idare yargı kararını uygulamayı reddediyor veya ihmal ediyorsa, dahası onu uygulamayı geciktiriyorsa, bu durumda vatandasın davanın safahatı süresince yararlandığı, Sözlesme'nin 6. maddesinde öngörülen teminatlar her türlü varlık nedenini kaybetmektedir. (yukarıda anılan Hornsby kararı, § 41, Okyay ve diğerleri kararı, aynı bölüm; Niţescu-Romanya davası, No. 26004/03,§ 32, 24 Mart 2009, Iera Moni Profitou Iliou Thiras - Yunanistan davası, No. 32259/02,§ 34, 22 Aralıekkk 2005; yukarıda anılan Costin kararı, § 27).

Kesinleşmiş mahkeme kararının infazı için kamu gücü talep eden kişinin talebinin reddedilmesi adil yargılanma hakkının ihlali niteliğindedir. (Lunari/İtalya Davası - 11.1.2001, Georgiadis/Yunanistan Davası – 2.7.2000)

İnfaz usulleri ve idari sistemi ne kadar karmaşık olursa olsun, Devlet, Sözleşme gereğince, herkesin kendi lehine verilmiş, uygulanması zorunlu ve bağlayıcı yargı kararlarının makul bir sürede uygulanması hakkını teminat altına alma yükümlülüğü altındadır.

Her halükarda, devlet aleyhine bir yargı kararı aldırmış bir kişi, kararın cebri icrasını sağlamak için ayrı bir dava açmak zorunda değildir: hakkında verilen bir yargı kararının uygulanmasını teminat altına almak ve bu zorunlu ve bağlayıcı kararın zamanında uygulanmasını sağlamak, bu kararın kesinleştiği ve infaz edilebilir hale geldiği tarihten itibaren öncelikle kamu otoritesinin görevidir. Bu kararlar, davalı devletin ilgili makamına kurallara uygun olarak bildirilmelidir; böylece bu yetkili makam kararı uygulamak için gerekli tüm girişimlerde bulunmalı veya yargı kararlarının infazı konusunda yetkili bir diğer devlet kurumuna bu kararı iletmelidir.”

Anayasa Mahkemesi’nin 2012/73 E – 2013/107 K sayılı kararında yer alan

“Mahkeme kararlarının değiştirilememesi, yasamanın ve yürütmenin kesinleşmiş yargı kararlarıyla oluşmuş hukuksal durumlara dokunamaması ya da ortadan kaldıramaması hukuk devletinin temel ilkelerindendir. Aksi halde, yargılama sürecinde taraflara tanınan anayasal güvencelerin varlık nedenlerinin kaybedildiğinin kabulü gerekir.

Hukuk devleti ilkelerinin yerine geldiğini bilmek, hukukun üstünlüğü prensibinden doğar. Devlete ve adalete olan inancı, güven duygusunu ve de saygıyı pekiştirir. Adalete erişim ve hak arama hürriyetini korur.

Adalete olan inancın ve güven duygusunun sarsıldığı haller, Devletin temeli sayılan adaleti koruyan ve sağlamakla görevli yargı organını işlevsiz hale getirecek, kararının bağlayıcılık ifade etmemesi algısı yaratıldığında ise idareye keyfi davranış sergileme imkanı verilmiş demek olacaktır.

Bir uyuşmazlığı mahkeme önüne götürme, mahkemece verilen kararın uygulanmasını isteme, yargılamanın sonuç doğurmasını sağlayan hak arama hürriyetinin olmazsa olmaz koşuludur. Mahkemeye erişim hakkı, yargılama sonucunda verilen kararın etkili bir şekilde uygulanmasını da gerektirmektedir.

Mahkeme kararlarını uygulanamaz hale getiren düzenlemeler, mahkemeye erişim hakkını da anlamsız kılacaktır.

Kişilerin, Devlete güven duymaları, maddi ve manevi varlıklarını geliştirebilmeleri, temel hak ve özgürlüklerden yararlanabilmeleri ancak hukuk güvenliği ve üstünlüğünün sağlandığı bir hukuk düzeninde gerçekleşebilir. Hukuk güvenliği ve hukukun üstünlüğünün sağlanabilmesi için ise Devletin her türlü işlem ve eyleminin yargı denetimine açık olması gerekir. Nitekim, Anayasa'nın 125. maddesinin birinci fıkrasının ilk cümlesinde "idarenin her türlü eylem ve işlemlerine karşı yargı yolu açıktır" denilmek suretiyle bu husus anayasal güvenceye kavuşturulmuştur. Ancak, hukuk güvenliğinin ve hukukun üstünlüğünün sağlanması için Devletin işlem ve eylemlerine karşı yargı yolunun açık tutulması yeterli olmayıp yargı mercileri tarafından verilen kararların gecikmeksizin uygulanması da gerekir. Bir işlemin hukuka aykırı olduğu yapılan yargısal denetim neticesinde tespit edilmesine rağmen işlemin iptali yönündeki yargısal kararın uygulanmaması, Devletin işlem ve eylemlerine karşı yargı yolunun açık tutulmasını anlamsız hale getirir. Zira, hukuk güvenliği ve hukukun üstünlüğü sadece hukuka aykırılıkların tespit edilmesiyle değil, bunların tüm sonuçlarıyla ortadan kaldırılmasıyla sağlanabilir.”

ifadeleri de yargı kararlarının hiçbir gecikmeye ve tereddüde mahal vermeyecek şekilde uygulanması gerektiğini açıkça ortaya koymaktadır.

TCK 257. MADDE BAKIMINDAN DEĞERLENDİRME

Anayasa Mahkemesi aynı kararında “Bu fıkranın üçüncü cümlesinde belirtilen işlemlerle ilgili mahkeme kararlarının yerine getirilmemesi ceza soruşturması ve kovuşturmasına konu edilemez; ancak disiplin hükümleri saklıdır” hükmünü de iptal etmiştir.

1. 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu’nun 257. Maddesi şöyledir:

“Madde 257 - (1) Kanunda ayrıca suç olarak tanımlanan haller dışında, görevinin gereklerine aykırı hareket etmek suretiyle, kişilerin mağduriyetine veya kamunun zararına neden olan ya da kişilere haksız bir menfaat sağlayan kamu görevlisi, altı aydan iki yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.
(2) Kanunda ayrıca suç olarak tanımlanan haller dışında, görevinin gereklerini yapmakta ihmal veya gecikme göstererek, kişilerin mağduriyetine veya kamunun zararına neden olan ya da kişilere haksız bir menfaat sağlayan kamu görevlisi, üç aydan bir yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.”

2. Yargı kararını yerine getirmemek, Türk Ceza Kanunu 257. maddesinde düzenlenen görevde yetkiyi kötüye kullanmak suçunu teşkil etmektedir.

3. Yargıtay Ceza Genel Kurulu’nun 2006/4MD-164 E - 2006/201 K sayılı içtihadında bu husus aşağıdaki şekilde hüküm altına alınmıştır:

“Anayasamız erklerin eşitliği ilkesiyle birlikte hukukun üstünlüğüne bağlı Devlet anlayışını da benimsemiş, idari yargı ile, yürütmenin işlemlerinin hukuk dışına çıkması ÖNLENMEK İSTENMİŞTİR. Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının 125 inci maddesinin 1 inci fıkrası: "İdarenin her türlü eylem ve işlemlerine karşı yargı YOLU AÇIKTIR." kuralını, 138 inci maddesinin son fıkrası: "Yasama ve yürütme organlarıyla idare, mahkeme kararlarına uymak zorundadır; bu organlar ve idare, mahkeme kararlarını hiçbir suretle değiştiremez ve bunların yerine getirilmesini geciktiremez." buyurucu kuralını, 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Yasasının 28 inci maddesinin 1 inci fıkrası ise: "Danıştay, Bölge İdare Mahkemeleri, İdare ve Vergi Mahkemelerinin esasa ve yürütmenin durdurulmasına ilişkin kararlarının icaplarına göre idare, gecikmeksizin işlem tesis etmeye veya eylemde BULUNMAYA MECBURDUR. Bu süre hiçbir şekilde kararın idareye tebliğinden başlayarak otuz günü geçemez." buyurucu KURALINI GETİRMİŞLERDİR.

Tüm bu kurallar, yargı kararlarının etkinliğini sağlamayı, keyfiliği önlemeyi, bu suretle de hukukun üstünlüğü kavramının hayata geçirilmesini ve devletin temeli olan adaletin sağlanmasını AMAÇLAYAN KURALLARDIR.

Gerçekleştirilen idari tasarruflarda, objektiflik, sebep, konu, amaca uygunluk ve tarafsızlık gibi bir takım ölçütlere uyulması durumunda, bunların hukuka uygun SAYILMASI MÜMKÜNDÜR.

Oysa sanığın (Başka yere atanan katılanın yargı kararı gereği göreve başlatılmasının hemen ardından, ... bu kez başka bir ilçede görevlendirilmesi şeklindeki) işlemi, yargı kararıyla görevine iade edilen katılanı bu görevden alabilmek için yapılan yasadışı, ısrarlı, keyfi bir uygulama niteliğinde olup, yasal düzenlemelere aykırı düşmekte ve "mahkemelerce verilen kararların idarece uygulanmasında gecikmelere neden olunamayacağı, uygulanmasının reddedilemeyeceği ya da uygulanmış görünümü verilerek etkisiz hale getirilemeyeceği" temel kuralını İHLAL ETMEKTEDİR. Bu yöndeki bir ihlalin, uygulayıcı memurun dayanacağı herhangi bir saikle hukuka uygunluğa dönüştürülmesi ve suç olmaktan çıkarılması OLANAĞI BULUNMAMAKTADIR. Unutulmamalıdır ki yargı karar ve hükümleri tartışılsa bile, uygulanması geciktirilemez HUKUKİ GERÇEKLERDENDİR. Yöntemince ve bir başka yargı kararıyla kaldırılmadıkça sonuç yaratma ETKİNLİĞİNİ SÜRDÜRECEKTİR.

Bu itibarla, sanığın yargı kararına karşı sergilediği davranışından dolayı keyfi davranma suretiyle görevde yetkiyi kötüye kullanma suçunu işlediğinin kabulü ve anılan biçimde cezalandırılması isabetli olup, sanık müdafiinin suçun oluşmadığına ilişkin temyiz itirazlarının reddine KARAR VERİLMELİDİR.”

4. Yargıtay Ceza Genel Kurulu’nun 2006/4-196 E ve 2006/204 K sayılı içtihadı da şöyledir.

“Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nın; 125/1 inci madde ve fıkrası: "İdarenin her türlü eylem ve işlemlerine karşı yargı yolu açıktır, "hükmünü 138/son madde ve fıkrası: "Yasama ve yürütme organlarıyla idare, mahkeme kararlarına uymak zorundadır; bu organlar ve idare, mahkeme kararlarını hiçbir surette değiştiremez ve bunların yerine getirilmesini geciktiremez" hükmünü ve 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Yasası'nın 28/1 inci madde ve fıkrası ise: "Danıştay, bölge idare mahkemeleri, idare ve vergi mahkemelerinin esasa ve yürütmenin durdurulmasına ilişkin kararlarının icaplarına göre idare, gecikmeksizin işlem tesis etmeye veya eylemde BULUNMAYA MECBURDUR. Bu süre hiçbir şekilde kararın idareye tebliğinden başlayarak otuz günü geçemez..." hükmünü buyurucu kurallar OLARAK GETİRMİŞLERDİR.

Tüm bu kurallar, hukuk devleti olmanın vazgeçilemez, savsaklanamaz ve geciktirilemez gereği olarak, yargı kararlarının etkinliğini sağlamaya, keyfiliği önlemeye, hukukun üstünlüğü ve adalet kavramlarının yaşama geçirilmesini TEMİNE YÖNELİKTİR.

... Yasalar ve yargı kararları yanlış olabilir ve bilimsel alanda eleştirilebilir. Ancak bunları uygulamak durumunda bulunan yargıçlar ve görevliler, yasaları ve yargı kararlarını, yanlış oldukları özrüne sığınarak, kişisel yorum ve gerekçelerle uygulamamazlık yapamazlar. Onlar, ne ve nasıl olurlarsa olsunlar, yasaları ve yargı kararlarını UYGULAMAKLA YÜKÜMLÜDÜR. Zira, yasalar doğru oldukları için değil, yasa oldukları için, yargı kararları da haklı oldukları için değil, yargı kararları oldukları için UYGULANMALARI ZORUNLUDUR. Bunun dışındaki tutum ve DAVRANIŞLAR KEYFİLİKTİR.

Somut olayda, sanık, İdare Mahkemesi kararına dayanarak göreve başlatılan katılanı, yine aynı gün geçici görevle bir başka ilçede süresiz olarak görevlendirmek suretiyle, Anayasa'nın 138/son maddesi ve 2577 sayılı İdari Yargılama Usul Yasası'nın 28/1 inci maddesine aykırı olarak idare mahkemesi kararını uygulamış gibi görünüp, sonuçlarını etkisiz hale getirmiş, yarattığı sonuç itibariyle de, katılanın mağduriyetine NEDEN OLMUŞTUR. Eylem 5237 sayılı Yasa'nın 257/1 inci maddesindeki suç tipine tüm unsurları İTİBARIYLA UYMAKTADIR. Katılana geçici görevli bulunduğu süre içerisinde harcırah ödenmiş olması veya görevin önceki göreve denk olması, ekonomik kazançtan daha geniş bir anlama sahip olan "mağduriyet''i gidermeye yetmeyeceği gibi, suçun oluşumunu DA ENGELLEYEMEYECEKTİR. Gözardı edilemeyecek bir diğer husus, anılan suçun, "mahkeme kararlarını yerine getirmeme, geciktirme yada şeklen uygulandığı izlenimi yaratılarak etkisiz hale dönüştürme" suretiyle işlendiği hallerde "memurun amaç veya saikinin" önem TAŞIMAYACAĞI KEYFİYETİDİR. Unutulmamalıdır ki, mahkeme kararları, yasal yöntemiyle ortadan kalkmadıkça hukukun gerçeğini belgeleyen hükümler olarak uygulanması zorunlu yaptırım gücüne SAHİP BELGELERDİR. Bu yaptırım gücünün, herhangi bir saike dayanılarak ve dayanılan saikin haklılığı ileri sürülerek etkisiz hale sokulması yada zafiyete uğratılması asla KABUL GÖRMEMELİDİR.”

Sonuç olarak; lehinde verilmiş bir yürütmeyi durdurma ya da iptal kararı olan herkes bu karar ister Anayasa Mahkemesi’nin 02.10.2014 tarihli kararından önce ister sonra verilmiş olsun idareye başvurarak bu kararın yerine getirilmesini talep edebilir, idareler en geç otuz gün içinde kararın gereğini yerine getirmek zorundadır. Aksi yöndeki idari işlemlere karşı iptal davası açılabileceği gibi sorumlular hakkında suç duyurusu yapılabilir.